28 Ekim 2015 Çarşamba 0 fikri olan

Sonra


"Eve yine aynı saatte gelmişti, kapıyı kilitlediğinde gözü duvarda asılı duran saate takıldı, bir an emin olamadı geç geldiğine. Takılma denilemez aslında her zamanki alışkanlığını yaptı. "Saat kaç olmuş, bugün de kendim için hiç iyi bir şey yapmadım" demek için, tembelliğine bahane bulmak için... sadece bahane arıyordu kendine kızmak için... Ne kadar hızlı iniyordu saniye, 12'den aşağı. Bir o kadar da çileli dönüyordu; geri 12'nin yanına. Sanki düzenek farklı işliyordu. Akrep durgun, hiçbir yere gitmek istemiyor, vakarlı bir sufi gibi olduğu yerde 11 ile 12'nin arasında duruyor. Yeri tam orta ama kalbi 12'de. Daha yakın olmak istiyor, hani seversin de bir insanı hep ona ulaşmayı arzularsın ya aynı seven gibi cananını istiyor. Oysa ulaştığında çıkıp gitmek isteyecek yanından, bir an önce ayrılmak. Daha hareketli yelkovan, biraz da şıpsevdi, can attığına kavuşunca hemen de sıkılıyor, bir başkasına ulaşmak için can atıyor. Kim için atar can, kime çarpar; bilinmiyor. Kendisinden daha değerli ne olabilir ki insanın? Zemberek dayanamıyor olacak ki enerjisine, bırakmış onu da kendi haline. Bağlanma korkusu var yelkovanın duramıyor hiçbir rakamın yanında, hepsine de aynı mesafede. Şimdi 7'nin yanında, hızlanmak istiyor 8'e ulaşmak için aynı zamanda... Bahane bulamamış olacak ki konuşmalar yazdı duvarda duran lal saate. Anahtarı her zamanki yerine koydu; Oğuz Atay'ın yanı başına. Sevinmiş gibi baktı tutunamayan adam da. Her zamanki kıvraklığıyla girdi odaya; kapıyı hafiften açarak ayakkabılığın açık kapağına çarpmasını önledi. Bu defa da zarar vermemişti etrafa; sevindi nedense buna da. O'ndan hariç kim-ne varsa düşünmekten vakit ayıramıyordu kendine. Bu yüzdendi yıllanan yalnızlığı; gülüp geçti yine. Tozunu aldıktan sonra üstten ikinci rafa koydu ayakkabısını, tam da ortaya. Bu demekti ki sıklıkla giydiği ayakkabıyla çıkmıştı dışarı. Çok giyilenler en sağda, hep açık kapağı da. Sol taraf yalnızların yeri ayakkabılıkta. Arada bir ele alınıp giyilmekten vazgeçilen; örselenmişlerin. Gözü kitaplara takıldı geçerken salona, Livaneli İbn-i Haldun ile yan yana, Ortaylı birikimleriyle -hafif tepeden bakan edayla- onların üst rafında. Mizah hep bel altında ya dergilerin hepsi en aşağıda. Ferrari'sini satan bilge herkesten uzakta; kendince arınmakta... Cüzdanını çıkardı sol iç cebinden, atar gibi bıraktı masanın kenarına; üç beş bozukluğu da onların yanına. Derken yuvarlandılar, kıyasıya geçen mücadele sonunda 25 kuruş birinci oldu, ikinciyi geçen 1 lira üçüncü olan 10 kuruşun önünde yerini aldı. 50 kuruş da olmalıydı cebinde, gerçi onu da refleks icabı bir voleyle yatağın altına yuvarlamıştı. Kendine söz verdiği için arkasından koşmadı, kimsenin ardından gitmeyecekti; bozukluk yatağın altında kaldı. Bozuk paralar külfetti devlete, maliyeti değerinden fazlaydı her zaman hem de zarardı cebe. Zaten girdi mi bir türlü bilmezdi çıkmayı, çakmak cebinden. Girerken iyi de bir kalbe, çıkıp gitmek kolay olmazdı hiçbir şeyden. Elbet bağlanmayı da öğrenecekti insan yalnız çok geçecekti zaman. Anlayacaktı bakarken kaçıp giden trenin ardından, gururlu gerçi 'Hiç kimse kendimden daha değerli değil ya' diyecekti. Şartlı koşullanmış gibi, her zamanki gibi içinde haykıran o sese aynı cevabı verecekti. Aynı titizlikle çıkardı çoraplarını, hemen patiklerini geçirdi ayağına. Üşüyordu, yalnızdı, hiç kimsede ısınamıyordu, hiç kimse de ısıtamıyordu. Son bir kontrolün ardından astı ceketini, yine boştu cepleri, tıpkı odalar gibi. Bir defada ve hışımla açıldı gömleğinin çıtçıtlı düğmeleri. Eski bir tişört geçirdi sırtına, kamburlukla mücadelede çok başarısızdı; korselerini taktı, omzunda hırkası. Sevdiği pantolonu atamadı kirli sepetine, astı bir defa giyilmişlerin yanına. Daha giyilmemişler ve hiç giyilmeyeceklerin biraz uzağına. İşaret parmağıyla tozunu aldı rafın, daha sonra alt tarafın... Temizlik yapmak zor geliyordu o tokadan sonra. Hem zaten kim geliyordu ki eve ondan başka. Üşüyüp titrese de açmayacaktı kombiyi, temizlemeyecekti; halılar da kirlense. %100 pamuklu eşofmanını giydi, sıcak tutar diye belki. İlk kim söylemişti acaba 'Pamuklu al, üşütmezsin' cümlesini. Oysa soran olmuş muydu soğuklar mı böyle olmanın asıl sebebi. İnsanlar işte, eskiden beri süregelen kuruntulardı, sırf önceden söylendiği için doğruydu herkesin inandıkları. Buzdolabı henüz durmuştu ki sessizlik sardı etrafı, bir anda kulakları ağrımaya başladı, basınçla alakalı değil sessizlikten rahatsız oluyordu; hemen radyoyu açtı. Herkesin mutlu olduğu çok güzel bir ülkeydi yaşadığı sanki, hiç kötü haber duymuyordu, belki de radyo kanalı kaosa mikrofon tutmuyordu. Hazır mutfağa gitmişken camı araladı, usulca selamladı yıldızları. Damacanadan bir bardak su koyup -damacana.. kim keşfetmişti bu komik kelimeyi, sanırım İtalyan veya Fransız türetmesi; bizimkiler sever Latince 'den kelime hıfzetmeyi- balkonun kapısını açtı. Bir müddet rüzgarla boğuştuktan sonra Süleyman olmadığını anladı; kapıyı kilitleyip perdeyi kapadı. Kombiye kafasını çarptı yere oturmaya çalışırken, alışkanlık haline gelmişti her seferinde bu hareketi, bu yüzden hiç aldırış etmedi. Rahat koltuk, ortopedik yatağı dururken zevk alıyordu sırtını duvara verip halıya oturmaktan. Birkaç cümle yazdı, kelimelerin yerini değiştirdi, birini silip eş anlamlısını yazdı. Olmuyordu, olacak gibi değildi, anladı ki bardağı henüz boşaltılacak kadar dolmamıştı. Hiçbir şey ve kimseyi düşünmeden öylece kendini dinledi. Garip, ne kadar da anlatacak şeyi varmış diyerek sözünü yarıda kesti, sonucu hiç mi hiç merak etmedi. Susuzluğu dinmemiş olacak bir bardak daha aldı damac... Suyun sesine doymuştu, bardağı lavaboya boşalttı. Çalkalamadan ters çevirip yavaşça tezgaha bıraktı. Elleri cebinde koltuğa yayılırken dizlerine polar battaniyeye doladı. Ertesi güne sızıp kalmayı seviyordu; öyle yaptı. Gözleri kapandığında şıpsevdi 8'den ayrılmak üzereydi."