15 Şubat 2018 Perşembe 0 fikri olan

Yalnızlığı Seçmek

Küçük Hayatlar’dan..

Yalnız kalan değil yalnızlığı seçenlere.

Hoş geldin, nasılsın? Havalar da soğudu iyice, ‘Bilirsin kışları gelirim yanına, o çok sevdiğin yazları sana bıraktım.’ Ne iyi ettin, ‘Gelmekle mi?’ saçmalama tabii ki hayır, bir an geleceksin diye ödüm kopmuştu. Hatta çoğu defa ne zaman bitecek mutlu günlerim diye huzursuzlandığım da oldu. Meraklanmadım da değil hani. Hadi kendimi geçtim, başına bir şey gelmesinden korktum. Neyse ki yine buradasın. İşleme nereden başlıyorsun? Ne işlemi demeye kalmadan ‘Yeni evinden başlayalım’ dedi. Sıfırdan başlasak diye diretmeme rağmen eski hücre evinin artık onun için hiçbir mana ifade etmediğini söyledi. Belki söylememiş de olabilir ama ben öyle hissettim. Ooo yine hisler girdi devreye, erkenciyim galiba bugün. ‘Hissiyatın önemine değineceksek gideyim’ dedi. Giderdi kalktı mı. O öyle esip gürleyenlerden değildi. Bir anda bastırırdı sağanak bakışları. Çaresiz ıslanırdın gözlerinde. Ne dağlar kalırdı delinmedik ne çöller kalırdı geçilmedik. Bir göz kırptı mı lal olur konuşamazdın. ‘Oturmadın ki’ dedim. ‘Bir an oturup da dinlemedin ki?’. ‘Neyden bahsedeceksin, yine eski konuları açacaksın değil mi? O zaman eski evi konuşalım’. ‘Hayır, orası yıkıldı artık’ dediğini anahtarı çevirirken duyar gibi oldum. Belki daha da konuşmuştur diye çevirdikçe çevirdim. Uğultu gibi geliyordu konuşmaları. Artık dinleyebiliyordum. Sorarsa, anlamadım. Dinlemediğimi anlamamış olacak ki anlattıkça anlattı. Belki de onay beklemiyordu, isteği anlatmaktı sadece. Bu yüzden kendiyle bıraktım onu, baş başa. Bir başına. ‘Geç’ diye bir ses duyar gibi oldum derinliklerimden. İçeri mi geçmeliydi, hayır hazır değildim henüz ama kapıda da kalmamalıydı. Çok geç sayılmasa da bazı şeylere geç kaldığımı anlıyordum. Anlıyordum da anlamasına anlatamıyordum susuşumla. Bu yüzdendi belki de sürekli eski defterleri açma isteğim. Biliyor musun ilkokul defterlerimi hala saklarım. Ne zaman sayfaları karıştırmaya niyetlensem yıllar öncesi canlanır hafızamda. Sayfaları çevirdikçe sokaktaki oyunlarımız gelir aklıma. Kirlenen elbiselerimiz, kan kardeş kesiklerimiz ve bir türlü kanamayan kalplerimiz. Sahi ne güzeldi değil mi o günlerimiz. ‘Konuyu saptırıyorsun’ dedi. ‘Buraya senin yüzyıllardır içinde olan o salak duygularını çıkarmaya gelmedim ve ayrıca seninle bir çocukluk da geçirmedim.’ Diye ekledi. ‘Biliyorum, samimiyetine güvenerek konuştum bir an. Sıkboğaz ettiysem kusura bakma’ diye mırıldanmak istedim. Göz göze gelirim korkusuyla boynumu bükmekten başka bir şey yapamadım. ‘Kapı önünde konuşmaya daha ne kadar devam edeceğiz’ dedi içeri buyur etmeye niyetlendiğimde. İçimi mi okuyordun? Ama yanlış anlıyordun sen, okuduğunu anlamıyor. Böyle konuşmamız daha iyi diye düşünürken ‘Ayakkabılarımı sağ üst rafa koy’ dedi. Ama orası iş ayakkabılarının yeri demeye kalmadan ‘Biliyorum hala işe zar zor yetişiyorsun ve vakit kaybetmemek için kapının yakınına koyuyorsun’ diye söylenirken ‘Nereden biliyorsun?’ dememe fırsat bile bırakmadı. Hayır da diyemedim, söyleyemedim geciktiğimi.  Sadece ‘Uçlarını görmek istemiyorum.’ diye ekledi. Uç... uçlarda yaşardın, hani severdin de aşırılıkları diye düşünürken sinirden fokurdayan suyun buharı çoktan dolmuştu içeriye. Kapıyı açmadan önce koyduğum su daha yeni kaynıyordu. Bu kadar kısa oluyordu aslında diyaloglarımız. Suyun, kaynama noktasına ulaşması kafiydi duygularımı anlatmaya. Gerisi zaten buhar olup uçuyordu aklımdan. ‘Şeker atmıyor musun hala?’ diye sormakta tereddüt ederken üç tane diye mırıldandı. O zaman süt de istiyorsun dememe kalmadan ‘Bol sütlü’ diye ekledi. ‘Ne oldu, ölmeye kararlısın herhalde’ dedim. ‘Bunlar bir şey değil, anlattığın kadar da zararlı değil’ demesini beklemeden ‘Hayır, asıl senin bildiğin gibi değil, günlük bir fincan kahve faydalı olsa da içinde süt olursa ve bir de şeker eklend...’ demeyi çok arzu etmiştim. ‘Çok biliyorsun sen, sen her şeyi bildiğini düşünmeye devam et, insanlarla konuşmayı bir türlü öğrenemeyeceksin’ diyerek düşüncemi kesti. Tam 5 defa vurgulamıştı bu cümlede beni. Ve yine söz hakkı alamadım. Öğrenmenin verdiği hazzı anlatamayacaktım. Asıl erdemin bilmiyorum diyebilmek olduğunu da anlayamayacaktım. ‘Nereden biliyorsun, yani nasıl anlıyorsun beni ve bu kadar isme nasıl bu kadar hakimsin?’ demeyi isterken buna da verilecek cevabı vardır elbet deyip fincanı uzattım. ‘Bayat’ dedi, efendim derken ‘Kahve bayat, eskisi gibi de kokmuyor ne yaptın sen kendine?’ diyerek hiddetlendi. Sanki çok umurundaymış gibi, açıklamayı düşünsem de azar yememek için sustum, içimi yedim. Ve bir yudum kahvemden üzerine. Daha da bir kelime bile etmedik. Ne zaman gittiğine dairse hiçbir fikrim yoktu. Zaten fincanı da doluydu. Bir yudum almadan şekerini bile karıştırmadan gitmişti. Benimse kahvem çoktan bitmiş, keyfim yine eskisi gibiydi. Keşke tüm düşüncelerim de böyle gelse ve gitselerdi. Bana hiç dokunmadan ne yapıyorsa yapsalardı. Alışkınım ne de olsa yalnızlıklara, hem acıyla beslenen biri mi düzelecekti kalabalıkla.