28 Aralık 2014 Pazar

Hayata Tutunmak


'Bugün Yokluğunun İlk Günü' diyerek gidişini yazmıştım ve onlarca acı anımı. Şimdiyse 'Hayata Tutunma'nın keyfini yaşıyorum. 

Ne güzel bir gün, aylardır kapalı olan perdeyi aralayınca farkettim. Yeni başlangıçları seviyorum artık, sil baştan başlamayı, bir de her ayın başını, hele yeni yılları. Merak etme sen olduğun için değil, yeniden başlamak olduğu için, içinde, yeni kelimesi geçtiği için. Mesela pazartesiyi sevmeye başladım, umarsız geçen hafta sonunu unutturmak uğruna garip bir ciddiyet yüklenmiş o güne, insanlara da büyük bir isteksizlik. Aldırmıyorum, her günüm bir öncekinden daha mutlu olsun istiyorum. Galiba başarıyorum. Her yeni güne uyanabilmek ne büyük bir hediye! Şebnem, 'Günaydın sevgilim, ne güzel bir gün değil mi?' diyor, sadece o sese uyanıyorum. Algıda seçiciyim, diğerlerine aldırış bile etmiyorum. Biliyor musun işyerinde yoğunluk olmuyor ay başlarında, kafam karışmıyor, ne yapacağımı şaşırmıyorum, çıkıp gidesim gelmiyor hiç, başım da ağrımıyor. İşe adapte olmak önemliymiş, unutmak için acıları, hatalarını azaltmak, bu yüzden erken yatmak, güzelce uyumak ve uyanmak, hepsini yeni farkettim. Akşamdan karar verilen kıyafetleri giyip güzel kokular sürünmek, mevsim kış hala, atkı-paltoya bürünmek. Boğmuyorum takımları, renk körü olsam da gördüğüm kadarıyla uyuma dikkat ediyorum, zorlandığımda stil dergilerini karıştırıyorum, bir de pinterest var tabi. Şu da var tekrar giymemek üzere kaldırdım, o pembe gömleği. Bazen diyorum ki bir sebebi olmalı insanın, kendini hayata bağlayan sebep ya da sebepleri, en güzeli de her fırsatta kendini sevebilmekmiş, yeni öğrendim, aşırıya kaçmadan kendine yetebilmek. Şu kahvaltıya da alışamadım bir türlü, meğer nedeni sen değilmişsin, ne yesem kabul etmiyor bünyem, her sabah bir bardak kahveye devam, vücuduma kafein enjekte ediyorum, sonrasında rahatlıyorum. Mısır gevreğini de değiştirdim, hazıra alışmıştın ya sen, her anında yanında hazır oluşuma, Special-K mıydı neydi, meyveli olanını seviyordun. Oysa şimdi muzu da çileği de kendim ekliyorum. Her gün bir avuç kuru üzüm, inanmayacaksın ama hiç aksatmıyorum. Yatmadan önce bir kaşık pekmez, nefesine ihtiyacım yok, şimdi ne de güzel ısınıyorum. Evden çıkmadan kesinlikle bir elma yiyorum. Baş ağrılarım azaldı, kesildi öksürmelerim, cildim eskisi gibi değil, güzel ve parlak. Burada olsan sebebi olurdun iyi halimin, bu yüzden elmaya bağlıyorum. Bakıyorum da 9:00'dan önce gider oldum işe, 18:00 oldu mu da kapatıyorum bilgisayarı, ceketimi alıp çıkıyorum, eskisi gibi çıkış kartını unutmuyorum masada, yarı yoldan dönüp neredeydi anahtar diye de sormuyorum. Mesaileri de kaldırdım kendime, yormuyorum bedenimi, önceden aklımı sana yorduğum gibi. Önemli bir şey yoksa eğlenmiyorum işyerinde. Asıl eğlencem evde. Kitaplarda buluyorum kaybettiğim kendimi, önceden sen vardın, yoktun ama yanımda oturur gibiydin. Çok okuyamazdım, şimdi güzel oluyor sensizlik eşliğinde, o güzelim sessizlikte. 'Erkekler Kadınlardan Neden Korkar' diye bir kitaba başlamıştım, 'Jean Cournut' yazmış, bir çırpıda bitince yeniden okudum, aklıma geldikçe de okurum. 'Aslında erkekler kadınlardan, neden korktuklarını bilmedikleri için korkarlar!..' diyordu son söz yerine. Ne kadar da benziyor demiştim, seni neden sevdiğimi bilmeden sevdiğime. Demek ki sevgi de saplantılı oluyormuş asıl sebebini bilmeyince diyorum, kendi kendime. Sonra gülüyorum, yine kendi kendime. Bu aralar hep böyleyim, konuşuyorum bir dinleyen var gibi, olmadı yazıyorum okuyan varmış gibi, sonra gülüyorum, yine, kendi kendime. 'Kardeşimin Hikayesi'ni tavsiye etmişti arkadaşım, oku bak bu adam sana çok benziyor diye. Ahmet Bey gibi mühendis değildim ama o da hastaydı benim gibi kitaplara, okuduklarını yaşıyordu adeta. Bu güzel kitap için de Twitter'dan teşekkür ettim Zülfü Livaneli'ye. Farklı kurguları seviyorum, öyle her yazılan okunmaz diyorum. Eminim. Bunları da okumayacağını biliyorum, olsun kafama takmıyorum. Hazır kitaptan açılmışken konu Ahmet Ümit'i gördüm geçenlerde, 2003 basımı ama 10 yıl sonra denk geldim 'Beyoğlu Rapsodisi'ne, okudukça kendimi Taksim'de hissettim, Kenan olmak istedim her sayfada, biraz Selimlik vardı kelimelerimde, Nihat gibiydim düşüncede. Katya'yı da çok sevemedim doğrusu, ortalık karışıyor işin içine kadın girince. Nasıl da karıştırmıştın beni hayatıma girince ve parçalayıp odalara dağıtmıştın gidince. Şimdi çok komik geliyor yaşadıklarım nedense. 'Kaiken' var, başucu kitabım 'Grange'dan, ilk sayfasında 'Haziran, tüm zamanların en boktan haziran ayı...' yazdığı gibi yağmurlu bir haziran ayında başlamıştım okumaya. Passan'ı görünce aynı ben dedim, o da tutkuluydu kimonoya, çekik gözlere. Naoko'nun sesi hala içimi soğutur, Japon değil de Güney Koreli olsa, biliyorum, kesinlikle olmazdı sonu böyle. Bir film gibiydi o kitap da, hatta dizi, nerede bırakırsam bırakayım, içimde hep merak kalıyordu. Beni düşünüp düşünmediğinin bir önemi yok, artık içindeki merakın sebebi miyim diye de sormuyorum, kendime söz verdim ufak tefek şeylere takılmıyorum. Neyse çok sıkmayayım seni, sayfalarca yazarım yoksa, konu kitaplardan açılınca. Faturaları biriktirmiyorum eskisi gibi, otomatik ödeme talimatı verdim, rahatım. Gelen bonuslarla eve üç beş yeni şey aldım. Buzdolabının kapısını da açık unutmuyorum, biliyor musun en çok da buna seviniyorum. Zili bozdum, aklıma eserse kapıları açıyorum. Gelen beklesin dursun bense kafamı dinliyorum. Tembellik etmiyorum hafta sonları, cumartesileri erkenden kalkıyorum, saat tam 9:10'da 'Radyo Sineması'nı dinliyorum. Dinlemek de denilmez, filmleri izler gibi oluyorum gözlerimi kapayınca, şaşırmıyorum gelmeyince yüzün aklıma. Yoksa seni mi düşüneceğim diyorum her fırsatta. Can Doğan'a da böylesine güzel program için teşekkür ediyorum. 'Mikrofonda Halit Kıvanç' başlıyor sonrasında, sıkılmadan onu da dinliyorum. Yanımdaymış gibi Halit ağabeyle muhabbet ediyorum. Bu kadar yeter deyip bir şeyler atıştırıyorum, ne de olsa kahvaltı saati geçti, artık yemek vakti diyorum. Geceler hüzünlerin olsun, akşama doğru iniyorum sahile, gün batımlarını seviyor insanlar, el ele oturup izliyor aşıklar. Ne kadar yanlış diyorum, aşıklara sözüm yok, sadece batıp kaybolana hayran olanlara kızıyorum. Korkma sana da yok sözüm hem batıp kaybolmadım ki sensiz, sadece alaboraydı, bunu da atlattım. Her yeni doğan güneşle hayata bağlanıyorum, her sabah farklı biriymiş gibi uyanıyorum. Sanki her gün bir kere daha doğuyorum, bu aralar biraz güneşi örnek alıyorum. Dolunayı, hilali seyrederek heder olan günlerime gülüp geçiyorum. Evde daha fazla vakit geçirir oldum, kendime yaptığım gibi eve de çeki düzen vermeye başladım, camları açıp havalandırıyorum, izleyeceğimden değil inan uyduyu bile güncelledim. Mesela geçen gün yatak odamı temizledim, ne büyük başarı! diyorum hem de tek başıma. Koltukların arkasını sildim, halıları balkona serdim, elektrikli süpürge sağ olsun; ne kolye ne de küpe vallahi hiçbirini görmedim. Ne güzel lan! anısız bir evde yaşıyorum, neden daha önce akıl edemedim diye arada söyleniyorum. Neyse ki sonra duruluyorum. Gerçekten de sıkılıyormuş insan, evde oturup üzülmeyeceğim diyerek kahrolmaktan. Boş ver diyorum, konu sana gelince sayfayı çeviriyorum. Geçen gün gitarın tozunu aldım, oturup akordunu yaptım, başlarda acıyordu parmaklarım da zamanla alıştım. Başlarda kalbim de acıyordu, ona alıştığım gibi, kalbim gibi parmak uçlarım da nasır tutunca acısını hissetmez oldum. Sana yazdığım şarkıların akorunuysa şu sıralar çalamıyorum, zaten de hatırlamıyorum. Tab okumayı ilerlettim, Carlos Santana kadar olamasa da Europa'yı çalabiliyorum. Bazen sevgiden bahsetmek istiyorum, birkaç kelimeyi bir araya getirmeye çalışıyorum, olmuyor, hem sevgi de neydi. Sahi neydi sevgi? Emekti değil mi, ne kadar yabancı diyorum. Leyla ile Mecnun'daki gibi 'Artık hiçbir şey hissetmiyorum, kimseye hiçbir şey hissedemiyorum' galiba, olsun diyorum, bunu da kafama takmayıp yalnız geldim dünyaya elbette yalnız gideceğim diyorum. İçerlemiyorum bu halimi, dedim ya yalnızlıktan hoşlanıyorum, tek başına evde kalabalık yapmayı seviyorum. Teoman diyor ya 'Vakitsiz açan çiçeklerin, vakitli doğan çocukların ölümünü gördüm.' Ben de vakitsiz gelen senin vakitlice gidişini gördüm, hem ne farkeder ölmesen de yok oldun gözümde, ha ölmek ha yok olmak zaten aynı şey diyorum gafil gözünde, vaktin önemini açıkçası senden sonra çok da umursamıyorum. Zaman ne güzel merhemmiş, eczacı kız söyledi de inanmamıştım, şuramdaki acıya ilaç var mı dediğimde. Duraktakiler gülüşüyor yanlarından geçerken, yine fermuarım açık kalmış sanıp utanıyorum, neyse ki o değil sebepleri, seslerini duyurmaya çalışıyorlar, çok da belli. Kebapçının oradaki kız artık gülüyor görünce beni, günaydın diyorum, demiyorum da gözümü kısıp başımı eğiyorum, bi'bakıma konuşmuş oluyorum. Onu hiç sorma, daha utangaç, benden önce kaçırıyor gözlerini. Geldiğimi görünce, şükür, bugün de geçti diyor, mahcup olup boynunu büküyor, yazık, konuşamıyor. İyi çalışmalar diyor, söylemese bile duyar gibi oluyorum. Dudaklarına konuşmalar yazıyorum. Hava güzeldi, kışın güneşine aldanıp sahaflara uğradım hafta sonu, biraz insan içine karıştım. Gerçi evet, kolay olmadı yığınların arasında yalnız dolaşmak, ama ne kadar da güzelmiş dedim, Libadiye'de tur atmak. Temkinliyim, tecrübe var önceden, aldanmadım hiçbir kızın gülüşüne. Sonra Moda'da oturdum biraz, kuş seslerini, mutlu cıvıltıları, güneşin denizde yansımasını... hava biraz sisli olsa da gözümün gördüğü kulağımın duyduğu kadarıyla eğlendim. Ne de çok seviyormuşum bu şehri, daha yeni keşfettim, belki de bırakıp gitmeyeceğinden emin olduğum için böyle diyebiliyorum. Bu kadar emin oluşum belki de senin tekrar gelmeyeceğini bildiğim için, olsun diyorum, konu sana gelirse kestirip atıyorum. Mağazaların bildirimlerine üye oldum, sanki beni izliyorlar, mesaj geldikçe alışveriş yapıyorum. Öyle seçmek için de uğraşmıyorum, mankenin üzerindekini beğenirsem düşünmeden alıyorum. Tabi durmuyor onlardaki gibi, gerçi ne yerli yerinde duruyor ki, her şey değişiyor, sen de yanımda durduğun gibi durmadın, hep bir beden büyük geliyordun, bak şimdi yoksun, o yüzden takılmıyorum. Mahalledeki terziye daraltıyorum slim fit gömlekleri. Son fişe göre yapıyorum mutfak alışverişini, aktifler, pasifler ona göre düzenliyorum listeyi, kasayı alacaklandırıyorum her seferinde. Senden de alacağı vardı kalbimin, neyse ki ters tahsilat yapıp defterini kapattım. Funda Arar gibi aşkı sandıklara kaldırdım, şimdi biraz daha rahatım. O kadar çeşit arasında boğulmuyorum artık, ne rahatmış lan diyorum, alışverişten daralmıyorum. Ne kadar da kısa sürüyor sadece ihtiyacın olanı almak, sırf sen seviyorsun diye sevmediğim şeyleri de almaz oldum. Üçün beşin lafını yapmıyorum, maliyetin önemi yok, marjinal faydamı artırıyorum. Hatırlarsan bir ara sana muhtaçtım, gitmesen, keşke burda olsan deyip diyordum. Nedense çok uzun sürmüştü ayrılışın, giderken yemeğin tuzu, çayın şekeri gibi eksik bırakmıştın. Hep damağımda garip bir tattın, belki de bu yüzden tuzu, şekeri bıraktım. Şimdi sensiz daha doğal ve sağlıklıyım. Artık köy ekmeği alıyorum, bazen çavdar, en çok da tam buğday. Beyaz olan seni hatırlatır diye uzak duruyorum, hatırlayacağımdan değil de, hafiften bir korku işte, yaşamak için bu kadarı kafi. Abur cuburları şimdilerde daha çok seviyorum, bir taraftan da erkek adam yemek yapar mıymış diyorum. Diyorum demesine de laf aramızda hala kadın gibi yemek yapıyorum, tıpkı senin gibi, senin yapamadığın gibi. Canım farklı bir şey isterse yemeksepeti'nden söylüyorum. Yemekten iki saat sonra barfiks, mekik, biraz da şınav, sporu artırdım şu sıralar. Yetiyor bu kadarı, dizim ağrımasa koşmak istiyorum, nefesim kesilene kadar. Koşabilsem, ardından çimlere uzanmak, göğüs kafesim hızlıca insin kalksın istiyorum. Korkmuyorum şimdilerde aklıma gelmenden, Sherlock Holmes doğru söylemiş, 'Korku en bulaşıcı hastalıktır' diye, onu dinliyorum. Önce kalbim korkuyordu senden, sonra gözlerime bulaştın yanımda göremeyince, ardından kulaklarım sesini duyamayınca, ellerim dokunamayınca ve dudaklarım ismini söyleyemeyince. Anlayacağın tüm vücuduma bulaşmıştın. Eskisi gibi kur yapmıyordun ama bir ur gibi dolanıyordun, özgür kızdın ya istediğin zaman gelip gidiyordun. Korkma adına hiç laf kondurmuyorum. Zaten kimseye senden söz etmiyorum, verdiğin sözleriyse unutuyorum, şu sıralar yaptığım en güzel şeyi yapıyorum. İsmin aklıma geldikçe unutuyorum. Bilinçaltım çok zorlasa da artık kendime söz geçirebiliyorum. Bu arada ne zaman unuttum biliyor musun seni, ileri gitmek istediğim zaman, Adam Fawer'ın 'Unutma, ileri gidebilmen için arkadakileri unutman gerek' dediğini hatırladığım an. İşte hiçbir şeyin olasılıksız olmayacağını da o zaman anladım, 'Impossible is nothing' sloganını da. Sanki bir anda geldi aklıma her şey, bir anda aydınlandım, gittiğinde başladığı gibi kederlerim, saman alevi gibi parlayıp söndüğünde kendime geldim. Artık terli de değil ellerim, gizlemiyorum kendimi kimseden, sırt korsesi kullanıyorum, eskisi gibi eğilip bükülmüyorum insanların yanından geçerken. Duymuş muydun 'Evrenin en güçlü savaşçıları' diyor Tolstoy, sabır ve zaman için. Bu ikisi benim de en güzel askerlerim, ve o uzun gecelerde, gecelerce, gecelerle savaştım, bitap düşsem de sonundaki mağrur galibiyetime kadeh kaldırdım. Hani Cemal Safi diyor ya 'Hercai arılara meyhanedir çiçekler, kim bilir şerefinden kaç kadeh içecekler' arılar içsin, onlar hercailer. Kadehimi şerefine kaldırmıyorum, en azından artık bunu biliyorum. Şimdilerde yokluğunun hiçbir önemi yok, eskisi gibi önemsemiyorum seni. Yalnızlığı da garipsemiyorum, hem olması gereken değil midir yalnız olsan da kimseye çaktırmamak, diyorum. Bakma bana, hayata tutunmaya çalışıyorum. Cemal Safi'yi son satırlarında daha iyi anlıyorum, hani 'Yari Ferhat olanın ellerle ülfeti ne, Şirin ol, katlanayım dağ gibi külfetine' demişti ya, katlandığım onca zorluk geliyor aklıma, Şirin olamayınca sen, gerek kalmıyor benim sevgime de ülfetime de. Joe Cocker'ı dinlemiş miydin, büyülü, puslu sesiyle söylüyordu, Bobby Sharp yazmıştı hani 'Unchain my heart, baby let me be, Unchain my heart cause you don't care about me' Sana kalbimi serbest bıraktığın için, aklımda kalmadığın için son kez teşekkür ediyorum, halimi umursamamanı hiç de umursamadığımı görmeni istiyorum. Durmuyor, mücadeleye devam ediyorum, nefes almak yetiyorsa, evet, hala yaşıyorum..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder